O kadar Amsterdam’a gidip geliyorsun orada kafa yapan ot içmek serbestmiş, redlight mahalleleri bir âlemmiş, millet ne komik anılarla geliyor, sen yüz kere gittin geldin yok mu senin oradan öyle komik değişik bir anın diyenlere gelsin…
Öhöm öhöm, yerlerimizi alalım, başlıyorum ….
Karanlık, soğuk ve pek tabii ki yağmurlu bir Amsterdam akşamında, yerel arkadaşların tavsiye ettiği güzel bir restorana gideyim dedim. Tam nerede bu restoran diye söylenmeye başlıyordum ki girişini buldum. Hava da baya baya soğuk. Islanmışım, açım ve zaten hafta içi hava da kötü diyerekten rezervasyonsuz yer bulacağımı sandığımdan burası olmazsa başka yer için planım falan da yok 😅 Ben girişi bulup girdim içeri ama, galiba benim arkadaşların tavsiyesini herhalde tüm Amsterdamlılar biliyormuş, çünkü içeri bir girdim mekan full! Sezercik bakışıyla hiç mi yer yok diye garson abiye kendimi acındırmalar, ben tek kişiyim barda da otururumlar falan yemedi ve kutu içine konulup sokağa bırakılan yavru kediden hallice bir vaziyette kös kös dış kapıya kadar geçirildim.
Tam nereye gideceğim şimdi, yağmurda da telefonu ıslatmadan arama yapılmıyor ki öff be derken, iyice bastıran yağmur ve guruldayan karnımın sponsorluğundaki içgüdülerim sağ olsun hemen sokağın karşısındaki Led ışıklı “Burrito” yazısını gördü. Kanka napalım, kısmette güzel mekânda nezih akşam yemeği planlarken fast foodçuda burritoya yemek varmış deyip yöneldim yazıya doğru.
Ben bekliyorum ki küçük, salaş, yemeğini ye hatta yeme paket yaptır ve de çık git yeri olsun.
İçeri bir girdim, aman Allah’ım başka bir ortama ışınlandım sanki! Dışarının karanlık soğuğu nere bu şirin kafenin aydınlık, samimi ve sıcak hali nere. Üstelik ilk hedefimin kalabalıklığından sonra burası çok daha ferah ve rahat geldi. Daha bile iyi yani. Hareketli Meksika müzikleri ve dekorla da direk havaya girdim.
Tabii beklentimin “dürümümü yer giderim” den “ayy ne güzel yer, bir içecekle 3 saat oturursun resmen” moduna dönüşmesiyle havam da direk değişti. Zaten Meksika yemeği diyoruz dostlar kötü olamazdı, damak tadı bize yakındı, iyiki buraya geldimdi.
Hemen siparişimi verdim ve siparişi alan teyzenin “acı sever misin” sorusuna omurilikten sektirmeden 30 yıldır bana bunu sormalarını bekliyormuş gibi “ya teyze ne demek I’m from Turkey ya sevmem mi” cevabını yapıştırdım. Teyze arkasını dönüp giderken ışık hızından bir tık yavaş verdiğim cevabın olası sonuçları beni düşündürmeye başladı. Çünkü aklıma geçmiş zamandaki malum olay geldi. Bu kısmı hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti modunda düşünün, benim gözümün önünden o sırada şunlar geçti:
Pekin’de yine yerel küçük bir mekândayım, garson “abla emin misin çok acıdır bu” diye soruyor. Ben yine “yaw kardeşim acı bizden sorulur I’m from Turkey ya” diye cevap veriyorum. Sonra tüm restoran beni izlerken acıdan yaşaran gözlerimden damla akıtmadan, ama tüm peçeteleri akan burnumu durdurmak için kullanıp, tabağımı bitirmek için savaş veriyorum…
Tabii tüm bu hatırlama kısmı 3-5 saniye sürüyor ama teyzeye aynı cevabı verdiğimden o an zaten bu tecrübemi hatırlamış olmamın bana bir faydası yok. Bir an yaw acaba tarih tekerrür eder mi diyorum ama sonra: ya Çinlilerin acısıyla Avrupa’lıların acısı bir mi? Zaten teyze dediysek bildiğin uzun boylu, naif inci beyazı tenli zayıf bir Amsterdam teyzesi. Bunlar acılı yapsa ne olur diye kendimi rahatlatıyorum artık napayım.
Meğer bu “ulan acaba” anının literatürde özel bir adı varmış. Shakespeare kahramanlarının da bolca yaptığı trajedi olmadan önce “aha içime doğdu kötü bir şey olacak” diye hayıflanma anı gibi ama daha çok “salak yemin ediyorum geri zekâlı bu çocuk yine yaptı bak” kıvamında bir iç öngörü deniyormuş bu anlara…
Neyse biz dönelim hikâyemize, çok geçmeden teyze “aman elin yanar yavrum tabak sıcak” uyarısıyla dumanı tüten tabağımı getirdi. Ben artık nasıl içten acı sevdiğimi söylediysem, hem de yabancı dilde, teyze tabağın yanına ayrıca iki tane de acı sos şişesi getirip koydu ben hızımı alamazsam diye 🙂
Açım demiştim değil mi? Ben tabii hiç beklemeden hemen yemeğe giriştim. Burada zaman dursaydı ve matrix stili kamera etrafımda dönüp yemeğin tüten dumanına biraz uzaktan çekim yapsaydı muhtemelen dumanının kuru kafa şeklinde olduğu görebilirdi sanıyorum. Oh my God ya, tanrım bu nasıl bir acıdır! İçimden, teyzecim diyorum, bu acıyı seviyor muyum seviyesi değil, ahçı acıyla aşk yaşasa çocuğu aha bu tabak olur seviyesi olmuş, sen naaptın diye bir durum analizi ve idrak patlaması yaşarken, o sırada şef mutfaktan dışarı çıkıyor. Ben tabii içimden söylenmelere devam, çıkarsın tabii dışarı, mutfakta bu yemeği hazırlarken seni de sıcak basmıştır dışarı çıkmayıp napacan falan diye şefe de saydırırken, şef yanıma gelip ” is it spicy enough young lady ” demesin mi! Yani diyor ki acısı yeterli geldi mi küçük hanım!
“Yok amca bir tarla daha acı atsaydın bu az olmuş” diye ölümüm laf sokmaktan olsun şeklinde bir cevap vermek istiyorum ama ağzımdan anca boğuk bir sesle “yess, tenk yuu very deliciisss” çıkıyor… Hayır teyze benim acı severim ifademi şefe artık nasıl aktardıysa adam da benim sabah kahvaltıda ekmek üstüne urfa pul biberi döküp jalepeno falan yediğimi düşündü herhalde.
O noktada artık kafamda bangır bangır önceee bir damla yaaaş aktı gözümden çalıyor, amaa amaaaa… şerefsiz çok da güzel yapmış! Açım da demiştim değil mi, bir de bir sürü para verecez falan, yemesem olmaz! Ben manyak yemeye devam ettim.
Zaten bir yandan yiyorum ama bir yandan da kendime hayretler içerisindeyim. Çatalı tutan elime bakıyorum sanki 3 sn önce ağzımı karla doldurup şelale altında durmak istiyorum diye düşünen ben değilmişim de başkasıymış gibi bir lokma daha atıyorum ağzıma. Böyle bir acı yok, yok ama harbi güzel yapmış şef! Lanet olası federaller bir bu şef iki! Ben böyle böyle yerken, yan masanın da yemeği geldi. Onlarda teyzeyle “Its guud and spiceyyy we love iiitt” yani çook güzel, çok acı, ama bayiiildiikk sohbeti yaparken, teyzenin “its good in this weather” yani bu havada iyidir böyle acı yemek cevabı beni benden alıyor. Teyzecim Amsterdam’da hava soğuk eyvallah da resmen benim tabaktan yayılan acı enerjisinin yarattığı ısı yüzünden ahan da bir parça daha buzul eridi, bak işte bunlar hep küresel ısınma sebebi diye ortalarına dalmamak için kendimi zor tutuyorum.
Bu kadar laf edip yalnız durduğumu sanmayın, bir yandan da lokmaları birbiri ardına yutuyorum. Baktım artık belli ki bu tabağı gömecem, bari hasarı minimize edeyim diye aklımca tabaktaki tek domatesi sona bırakıyorum. Çünkü gavurlar bizim yerel içeceğimiz ayranı bilmediği için acı karşısında tek silahım o son domates parçası. Kendimi en azından otele dönüşüm kolay olacak diye avutuyorum, gelişim uzun sürdüydü ama buradan artık bağrımı açıp otele kadar koşarak bir çırpıda dönerim, oh ne güzel falan..
Neyse bir şekilde yemeği bitirdim, sonra elini ağzını sil diye koydukları kağıt peçeteleri hunharca harcayıp acıdan coşmuş burnumu bir güzel sildim. Ve çok şükür bir kez daha dış mihraklara karşı yüzümüzü kara çıkartmayıp, acıya ne kadar dayanıklı olduğumuzu göstermemizin haklı gururuyla hesabı istedim.
Acı mı, yes of course ya I’m from Turkey, acı bizden sorulur 😎
Hah, alın size gezielciniz Amsterdam anısı 😀
Acı bizi bozmaz!